Üç kitap bir tabu (1)
15. Oktober 2012
Songül Kaya Karadağ
Ermeni düşmanlığının neredeyse 100 yıl öncesine dayanan bir tarihi
var. Hatta daha da eski. Bu tarih bir tabu. Yasaklı bir konu. Cızzz...!
Üzerine bırakın yazmayı, konuşmak hatta düşünmek, rüya görmek bile
"günah". Çok şükür günümüzde korka korka bile olsa bu "günahı
işleyenler" var. Tabuları yıkmak, gerçeğin üzerine ışık tutmak için
yazanlar, konuşanlar, tartışanlar.
http://www.yenihayat.de/kutur/uc-kitap-bir-tabu-1
ANNE’NIN SESSİZLİĞİ- KULİS NOTLARI
RON ROSENBERG
Salı, 25.9.2012
Sessizlik
Annenin Sesizliği’ndeki en önemli, aynı zamanda hikâyenin merkezi çıkış noktasını oluşturan
kavramlardan biri sessizliktir.
Ne zaman sessiz kaldığımızı, kendimizden kaynaklanan bu sessizliğin nasıl bir görüntüsü
olduğu üzerine kafa yorduk. Sessizlik anlarımızı, suskunluğumuzu, bir şeyler bildiğimiz halde
konuşmaktan kaçındığımız zamanlardaki duygulardan hepimiz haberdarız. Konuşmaktan
kaçınıp, dilimizi ısırdığımızda, bir yalancıya dönüştüğümüzü sezeriz. Çok şeyden haberdar
olduğumuz halda, çok az şey söyleriz. Kendi vicdanımıza karşı savaşa tutuşuruz. İnkâr eder,
suçlarız. Sapma küçük ve büyük kıvırtmalarla başlar, pire deveye dönüşür, sonunda
çelişkilerle dolu bir kurgunun içinde debelenir, bir türlü çıkış yolu bulamayız. Sesizliğimiz
her geçen gün arkasında yeni izler bırakarak sürer. Nasıl düşündüğümüzü, hareketlerimizi,
başkalarına olan bakışımızı, konuşma tarzımızı şekillendirir. Sessizlik, nefes alışımızı her
geçen gün güçleştiren ama çok güçleştiren ikinci benliğimizin sürekli bir refakatçısıdır.
Sonunda ölüm kapımıyi çalar ve bizi huzura kavuşturur.
İçimizde, yüreğimizde taşıdığımız, bildiğimiz gerçeklerden kaçış, kendimizden kaçıştır.
Gerçek, insanlar için tahammül edilemez bir olgudur, der Ingeborg Bachmann. Bugün ve
önceki provalarda, sahnede, bu sessiz makanda, bir vücudun ortaya çıkarılması için uğraştık.
Oyuncu Bea Ehlers-Kerbekian, yapacağı işin yanısıra kendi hikâyesini de anlatmaya başladı.
Sadece kelimelere ses vererek değil. Bütün kuşakları tutsak eden ürküntü verici sessizliğin
çoktüğü zamanlar, şu anda gözümüzün önünde yaşanıyor gibiydi. Demek ki, bir yandan sesi,
öte yandan da sessizliği bulmaya çalışacağız. Herhangi biri baskın çıksın istemiyoruz. Ortaya
çıkan farklı ve karşıt düşünceler üzerinde fikir teatisinde bulunmanın önünde bir engel de yok.
Çarşamba, 26.9.2012
Konuşmak
Susmak terazinin bir kefesiyse, öteki kefesi konuşmaktır.
Değişebilmeyi konu eden monoloğumuzda, Sabiha’nın çatışma ve çelişkileri, kendini aşma
gücü konuşma ile ilintilitir. Konuşma, özgürlüğünün bir ifadesi, düşünme, hissetme, sevme ve
anlayabilme yeteneğidir. Sabiha lal, konuşma yeteneğini yitirmiş Kaspar değildir. Yine de,
annesinin sesizliği, onu sürüklediği geçmiş, tarihle yüzleşmemenin yarattığı sıkıntılar, fail ve
mağdurla olan ilişkisi, onu yıllaran beri tecrit edilmiş, toplumdan dışlanmış Kaspar’a
dönüştürür. İster fail, ister mağdur olsun, yüzleşilmeyen şiddetin sonraki kuşaklarda sıkça
gürülen travmalarından Sabiha da kurtaramaz kendini. Hadiseler geçer, izleri kalır. Acılı
geçmiş, iyiden iyiye bilinç altımıza kök salar ve dile dökülmeksizin, algılamalarımızı,
davranışlarımızı, duygularımızı etkiler, değiştirir.
İşte bu, temele atılan ilk harç, hareket noktamızı oluşturuyor. Sabiha, oyunun sahneye
konulması faaliyeti içinde konuşmayı öğreniyor. Kelime kelime, cümle cümle. Konuştukça
kafası açılmaya başlıyor. Tam bu noktadayız şimdi. Başlangıçta kaçamak yollar arayan,
Sabiha’nın giderek nasıl açıldığını, bunun mümkün olabileceğini göstermek istiyoruz. Ön
koşulsuz. Herhangi bir yardım malzemesi olmaksızın. Sabihanın açılımı onun mutlu bir sonu
yakalayacağı anlamına gelmez. Gerekli de değil. Sabiha’nın yaşadığı hayatı gerçek anlamıyla
sezinlemesi, olan biteni kavramaya başlaması yeterli. Artık 1916 yılında kesilen hikâyesini
devam ettirebilir. Hikâyenin sonunda nereye varmak istediği artık kendi sorunu.
Heiner Müller’in dediği gibi „Yanlış hayat içinde doğru bir hayat yaşanamaz.“ Dolayısıyla
Sabiha, provalar boyunca, görmeyi, keşfetmeyi, konuşmayı öğrenerek ikinci kez doğacak,
ikinci kez tarih sahnesine adım atacaktır.
Perşembe, 27.9.2012
Maske
Maske tiyatrodaki en önemli unsurlardan biridir.
Başka biri olduğunuz halde şu anda kimsiniz, nesiniz? Kendi sırlarınız açığa çıkmadan nasıl
başka biri olabilirsiniz? Dönüşüm nasıl olur? Dönüşümü insan nasıl farkeder, nasıl tanımlar?
Provalarda sık sık karşılaştığımız sorularardan biriydi bu. Sabiha kendisi değilse, kimdir?
Oyuncu, gösteri sonrası maskesini çıkarır ve kendi kimliğine döner. Peki kimliğinden emin
olamayan biri ne yapar? Kendini bulunduğu mekanda yabancı hisseden birinin sahnedeki
görüntüsü ne olur? Kendini arayanın, kendi hakkında net bir fikri yoksa, kendisine dair
manzara toz bulutları arasında seçilemiyorsa ne olur?
Güçlü bir karaktere sahip olduğunu farkettiğimiz Sabiha büyük bir yolculuğa çıkar. Hedefe
ulaşıp ulaşamayacağını biz de bilemiyoruz. Onurludur. Sorularına cevap aramaktan yılmaz.
Gelmiş geçmiş bütün güçlü kahramanların ne denli güncel olduğunun farkındadır ve varolan
durumla asla uzlaşmaz, maskesini fırlatıp gerçekle yüzleşmenin kapısını aralar. Bu yaşamış,
yaşıyor ve yaşayacağı hayatla yeniden, bir kez daha tanışacağı anlamına gelir. Kimse bunu
ona zorlamamıştır. Böyle bir adımın kendini saldırılara açık hale getireceğinin, acı
çekeceğinin, yaralayacağının da farkındadır. Onu insan yapacak tek şey de işte bu yaralı
oluşudur. Sabiha’yı, o yenilmez kahramanlardan farklı kılan, onu günahı ve sevabıyla
sevmemizi, ona hayranlık duymamızı, anlamamızı sağlayan işte bu kırılganlığıdır.
Salı, 2 Ekim 2012
Değişim
Hoparlörlerin, sadece tiyatrolarda değil, her yerde belli bir rolleri vardır. Mesele dinleme
değil, dikkat çekmedir. İlginç olan, yüksek seslere daha önemli değer biçmemiz, alt perdeden
çıkan sesleri ise duymazlıktan gelme eğilimimizdir. Ancak gerçeğin başka bir yüzü daha
vardır. Munch’un çığlık tablosuna baktığımı farzedelim, sessiz resimden yayılan sesin gücü
ne kadar yüksektir, değil mi? Peki o sessiz çığlığın arkasında yatan gerçeklik nedir?
Figürle ilgili bir soru da çok uğraştırdı bizi. Bir Figür, ne zaman Figür halini alır? Tabii bu
soruyu sorduğumuzda figürün de ne olup olmadığı üzerine kafa yormak lazım. Ama teleşa
gerek yok. Belki Henri Bergson’un sözleri işimize yarayabilir::
„Hayat bir değişimdir, değişim bir yolculuk, yolculuk sonu olmayan yaratıcı bir çabadır.“
Bu gönderme her kapıyı açan bir anahtar değil. Yine de değişimin olanaklı olduğunun
sinyalini verdiği için önemli. Humboldt-Universitesi’nde, Alexander Humboldt’dan bir alıntı
kazılıdır:
"Dünyayı çok farklı yorumlayan filozoflar varsa de, mesele onu değiştirebilmektir.“
Bu cümleyi herkes sarfedebilir. Ama cümlenin Karl Marx’a kadar uzandığını da bilmek
lazım. Bir figürün ne olduğunu sorusunun peşine düşeceksek, değişimden söz etmemiz
kaçınılmazdır: To Make a Change.
Michael Jackson’un aynanın içindeki adam şarkısında dile getirdiği gibi, daha iyi bir dünya
istiyorsan, aynaya bak, değiştir kendini. (If you want to make the world a better place, take a
look at yourself and make a change.)
Çarşamba, 3 Ekim 2012
Hatıra
Hatıra nedir? Dün bir çocukla çok kısa hatıra kavramı üzerinene konuşmayı denedim. Yanım
da şeker de vardı. Limonlu. Çocuğa şekerin kokusunun ona neyi hatırlattığını sordum. Gözleri
parıldadı. Limon şekeri ona İtalya tatilini hatırlatırmış, öyle söyledi.
Sonra geçmişe ufak bir yolculuk yaptık. Öylesine bir sohbet işte. Sanki gelecekteki geçmiş
üzerine konuşuyorduk. Bir fantazinin içine düşmüştük ve sobetimiz ikimiz için de güzeldi.
Sohbetimizin sonunda hatıranın ne olduğunu ikimiz de anlamamıştık. Ama hislerimiz bize,
şimdiyi yaşasak da, yeryüzünün herhangi bir yerinde ya da tamamında, yaşadığımız andan,
algılamalarımızdan bağımsız, bir şeylerin var olduğunu söylüyordu. Pek bir anlam taşımadığı
izlenimini veren limon şekeri gibi. Provalarda içsel yolculuğa (imajiyasyon) özel bir dikkat
gösteriyoruz. İçsel yolculuğun daha görünür olmasını, bir anlam taşımasını arzuluyoruz.
Yeryüzündeki pek çok çatışmanın nedeninin, geçmişi ve şimdiği aynı anda ve bir arada
algılıyamadığımız, tanımlayamadığımız kaynaklandığını düşünüyorum. Çocukla konuşurken,
geçmişin, esasen, bu satırları okuduğun an kadar şimdi olduğununu anladım. Şimdi sözkonusu
değilse, geçmişteki iç yolculuğun da pek bir anlamı yok.
Perşembe, 4. Ekim 2012
Mekan
Eğer kalite, aynı anlama gelmek üzere değerlilik üzerine konuşmanın bir anlamı varsa,
denebilir ki, sahne gösterilerinin en en önemli koşulu, mekandır. İki mekan sözkonusudur
burda. Sahnein kendisi ve oyuncu. Başka mekanlar da vardır ama şimdilik iki mekanla
sınırlayalım kendimizi. Oyuncunun bünyesinde figürün kendini varetme çabası şekilsel
materyaller aracılığı ile gerçekleşir. Her provada ve gösteride yeniden vücut bulan bu tecrübe,
kostüm ve sahnenin seslerini içerir. Her iki mekan da birbiri içine geçer ve birbirini yansıtır.
Annenin Sessizliğini provalarına yaşadığımız tam da buydu. Önceden aklımızda olana,
öngördüğümüze sahip olacağımızı sanırken, hiç de öyle olmadığını farkettik. Olup bitenlerin
farkına provalar sırasında vardık. Sadece metin ya da sadece oyuncuya odaklandığımızda,
baharatı unutulmuş bir yemek gibi lezetsiz bir yemek pişirmiş olacaktık.
Annenin Sessizliği ve provaların yapıldığı bu sesler mekanı, geceyi, açan goncaların baştan ve
yoldan çıkarıcı kokularıyla dolduruyor, ruhumuzun penceresini aralıyarak, bizi tutku ve özlem
deryasına da sürüklüyor. Bunların hepsi, her gün provaları yaptığımız, Unterm Dach
Tiyatrosunun adı Gülbahçesi olan prova mekanında oluyor. Yani ruhumuzda. Yeniden
yeniden kaybedip bulacağımız ruhumuzda.
Perşembe, 11 Ekim 2012
Anneanem
Anneannem’in yalan söylediğini biliyorum. Mesele onun bilmemesi. Taa ezelden beri yalan
söylediğinin farkında değil. Yalanını yakaladım. Alilevi bir mesele. Bilerek yapmıyor.
Kabiliyeti yetmez. Alışkın sadece. Geçenlerde öyle öfkeliydim ki, uzun bir yol katedip, ne
düşünüyorsam yüzüne karşı söylemek istedim. Ama halen burdayım. Birinin yüzüne gerçek
nasıl dile getirilir? Bir çıkmaz, bir çelişki bu. Senin kelimelerine karşi başka kelimeler, senin
gerçeğine karşı başka gerçekler. Acaba bir yargıç işe yarar mı? Yarar belki de, anneannelerin
yargıca ihtiyaç duydukları gün, devletin eceli gelmiş demektir.
Ne beklenebilir? Sanık yola germez biriyse, cezalandırılmışsa, boyun da eğebilir, eğmeyebilir
de. Muhtemelen ihanete uğramış biri, bir mağdur hisseder kendini. Muhtemelen ceza sonrası
başka bir insana dönüşmez. Esasında, cezanın yararlı bir işlevi olduğunun kanıtlanması lazım,
yoksa her şey boşuna. Hem toplum, hem de tek tek bireyler için. Peki şimdi, anneanneme
haksızlık etmeden fikrimi nasıl dillendirebilirim?
Ne yararlı, ne de şaşırtıcı bir mutlu son bekliyorum. Anneannemin gerçeği değil, gerçeğin
başka anlamlara bürünmüş versiyonunu bilmem yetmez mi bana? Anneannemden böylesine
büyük bir beklentim olması için, yeterince seviyor muyum onu? Seviyorsam, ondan tamamen
başka, bana söylediklerinin tam karşıtı şeyler söylemesini istediğimi talep edecek cesaretim
var mı? Arkamı dönüp, umursamazlığı seçebilirim. Dönmesem, bu kez de ona ulaşma şansım
tam yok.
Ölürse herşey bitmiş olacak. Geri dönüşü de yok. O zaman ona, o küçük yıpratıcı yalanlarına
ne zaman ve ne yüzden başladığını sormam da asla mümkün olmayacak. Beni rahatlatan
kelimelerinden mahrum kalacağım. Kendi hoşnutsuzluğumla bir başıma kalacağım. Böyle bir
durumda bir şeyi istemenin, dilemenin, arzu etmenin gerçekten yararı olur. Ama cevabını
bilmeyi istediğim soru ne? Anneannem gerçekten soruma cevap verecek durumda mı?
Pazar, 14 Ekim 2012
Yarılma
Oyunun figürü olan Sabiha’nın iki kültür arasında yaşıyor olması, onun kültürden yoksun
olduğunu değil, karmaşasını ifade eder. Ne Alman ne de Türk kimliğine yeterince tutunabilir.
Bu onun dramatik bir hayat sürdüreceği anlamına gelmez. Bir şeylerin eksikliğini hissettiğini
sezmemiz yeterlidir. Bu sıkışmışlığı, dibi olmayan bir fıçıya benzetebiliriz. Fıçıyı doldurma
çabası bir türlü sonuç vermez. başlangıçta bir gözlem, bir anıştırmadan ibaret olan yarılma, bir
girdap, içinden çıkılması güç bir döngüdür belki. Belki yarılma, giderek derinleşecek, belki de
günün birinde patlaması muhtemel tehlikeli bir kann çıbanına dönüşecektir. Derinlere kök
salan bu incinme, felç olma, boşlukta sallanma hali, hir bir şeye tutunamamaya yol açabilir.
Çoğumuz bu hissi kendi tecrübelerimizden biliriz. Çünkü hemen hepimizde eksik olma
duygusu vardır ve arayış içindeyizdir. Arayış, bizi, büyük hatalara da sürükleyebilir. Adem,
elmayı ısırır, kırmızı şapkalı kız kurdun peşine düşer, bebekler kızgın sobaya el uzatır.
Çoğumuz, çirkin ya da değersiz olduğumuzu düşünürüz boş yere. Azcık kabul görmek uğruna
nelere katlanırız. Dolayısıyla Sabiha bir istisna değil, kuraldır. İçinde bulunduğu durum
hastalıklı değil, normaldir. Sözkonusu olan yürek üzerine kapanmış ellerimizdir. İncinmeye
yol açan çekingenliğimiz, kendimize güvensizliğimizdir. Sadece güvensizlik değil, aşk olmak
da insanı karmaşaya ve körlüğe sürükler.
Sonuçta Annenin Sessizliği provalarında bizi ilgilendiren çok özel bir sorun değildir.
Mümkün olmayanı değil, olanaklı olanı, bir köprü inşa edip edemeyeceğimizi adım adım
öğrenmek istiyoruz. Sabiha’nın konuşmayı öğrendiğini söylemek, kolay. Zor olan, ilk adımı
atabilmek, konuşmaya başlayabilmektir.
Sabihanın yaptığı, fıçıyı tamir etmekten başka bir şey değil. Boşlukta yitip gitme yerine,
başarısızlıkları da içeren, yarılma sürecini durdurma çabası onun için önemli bir adım. Artık
gerisi de bize kalmış.
Abonnieren
Posts (Atom)